1 | Filistin, İslâm Toprağıdır ve Mescid-i Aksa Ümmetin Mukaddes Değeridir
Kudüs, 637 yılında Halife Ömer ibnu’l Hattab RadiyAllahu Anh zamanında Bizans ile yapılan savaş
sonucu İslâm toprağı haline gelmiştir. I. Haçlı Seferi sırasında kâfirlerin eline geçen Kudüs, Selahaddin
Eyyubi’nin muazzam cihadı sonucu küfür işgalinden kurtulmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler
tarafından işgal edilen Filistin toprakları, 1917 Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere vaat edilmiştir. İngiltere merkezli Siyonist hareket yoluyla, İngiliz manda yönetimi altında silahlandırılmış Yahudi çeteleri
dünyanın dört bir yanından bu mukaddes topraklara getirilmiş, orada yaşayan Müslümanlar silah zoruyla
yerlerinden edilerek işgal süreci fiilen başlatılmıştır. 1947 yılında Birleşmiş Milletler’in hazırladığı Filistin
Paylaşım Planı temelinde, 1948 yılında -sözde- “İsrail” devletinin kurulduğu ilan edilmiştir. Dolayısıyla
gasp, yağma, işgal, zorla yerinden etme ve vahşi katliamlar temelinde kurulmuş bu varlığın bu topraklara
çöreklenmiş olması, bu toprakların İslâm toprağı olduğu gerçeğini asla değiştirmez.
Üstelik Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk kıblesi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in İsra ve Miraç
yeri, İslâm’da mukaddes sayılan üç mescitten biridir. Allah Subhanehu ve Teâlâ, ayette geçen “çevresini
mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa” ifadesiyle doğrudan Kur’an-ı Kerim’de zikretmiştir.
Kudüs’ün “üç semavi dinin kutsalı olduğu” söylemi, akidevi değil siyasi bir söylemdir. Bu söylem, “Yahudi
varlığının Aksa toprakları üzerinde en az Müslümanlar kadar hakkı olduğu” algısını oluşturmayı amaçlayan
şerir bir planın parçasıdır. “Üç semavi dinin kutsalı” söylemini dolaşıma sokan devletlerin, politikacıların
ve kültür misyonerlerinin dinle, kutsalla bir alakaları yoktur. Müslümanların yaşam hakkının kutsallığıyla
ilgilenmeyenlerin, Kudüs’ün kutsallığıyla ilgisi nasıl olabilir?
Dolayısıyla Mescid-i Aksa, Kudüs ve bir bütün olarak Filistin ne sadece Filistinlilerin ne de sadece
Araplarındır, bilakis tüm İslâm ümmetinin ortak toprağı ve değeridir. Bu mübarek topraklara yönelik her
saldırı, İslâm’a ve Müslümanlara yapılmış bir saldırı olarak addedilir.
2 | “Filistin Sorunu” Yoktur, Gaspçı ve İşgalci Yahudi Varlığı “‘İsrail’ Sorunu” Vardır
Bize göre; “Filistin sorunu” yoktur, bilakis “Yahudi varlığı ‘İsrail’ sorunu” vardır. İsrailoğulları, insanlık
tarihi boyunca insanlığın başına bela olmuş, âlemlerin Rabbine isyan etmiş, Allah’ın peygamberlerini
katletmiştir.
Filistin, Haçlı işgali altında geçen kısa süre hariç, tarih boyunca İslâm’ın hâkimiyeti altında, her zaman
Müslümanların gözbebeği olmuştur. Filistin hiçbir zaman sorun olmamıştır. Sorun olan, Yahudi varlığıdır.
Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra iktidarı eline geçiren zümrenin beceriksizliği
sonucu kaybedilen topraklardan biri de Filistin’dir. Filistin’de İngiliz mandası; zulmünü ve diktatörlüğünü
Filistin halkı üzerinde uygulamış, Siyonistlerle iş birliği halinde dünyanın dört bir yanından Yahudileri
Filistin’e toplamaya çalışmış, onları silahlandırmış, “Hagana” adı verilen Yahudi çetelerini kurup büyütmüş,
insanlar silah zoruyla evlerinden, topraklarından, yurtlarından kovulup başka ülkelerde mülteci haline
getirilmiş, 1948 yılında Yahudi varlığı bir devlet sıfatıyla Filistin topraklarına bir hançer gibi saplanmıştır.
“İsrail” adı verilen bu yabancı cismi “devlet” olarak tanıyan halkı Müslüman ilk ülke maalesef Türkiye
olmuş, “İsrail” çevresinde İngilizlerin kurduğu ve İngiliz ajanlarının yönettiği Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan
gibi devletler Yahudi varlığının bekçileri haline getirilmiştir. -Sözde- “Arap-‘İsrail’ savaşları” adı altında
1948’de ve 1967’de yapılan göstermelik savaşlarla Yahudi varlığına “yenilmezlik” unvanı verilmiştir.
Başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere Batılı devletlerinden her türlü desteği alan, çevresindeki
Arap rejimlerinin koruması altında tutulan, Türkiye gibi halkı Müslüman ülkelerin kurduğu ilişkilerle güç
kazanan ve güya uygar dünyanın gözü önünde -sözde- uluslararası hukuku ve normları ayaklar altına
almaktan çekinmeyen bu varlık, yaklaşık bir asırdır işgalini, yağmasını, katliamlarını ve vahşetini pervasızca sürdürmektedir.
O halde sorunu çıkaran, büyüten, kökleştiren ve sürdüren ne Filistinlilerdir ne de Müslümanlar. Bilakis sorunu ortaya çıkaran Batılı devletler, sürdüren ise bu meşum Yahudi varlığıdır. Dolayısıyla “Filistin
sorunu”, “Kudüs sorunu”, “Gazze sorunu” yoktur, bilakis Yahudi varlığı “İsrail” sorunu vardır.
3 | Yahudi Varlığı ile Hiçbir Siyasi, Askerî, Ekonomik,
Diplomatik İlişki Kurulamaz
Islâm ümmeti bir vücudun azaları gibidir. Mademki Yahudi varlığı, ümmetin azalarından biri olan Filistin’i saran kanserli bir urdur, bu işgalci ve gaspçı varlığın tanınması, devlet olarak kabul edilmesi, ilişkilerin normalleştirilmesi ve herhangi bir şekilde ilişki kurulması kabul edilemez. Tarih boyunca düşman
devletlerarasındaki ilişkileri düzenlemek için kullanılan devletler ve milletlerarası örf, “İsrail”in hiçbir
meşruiyeti olmayan işgalci bir güç olarak kabul edilmesini, dışlanmasını ve izole edilmesini gerektirir.
Sömürgeci Batılı devletlerin güdümünde olan yönetimlerin Yahudi varlığını tanımaları bu hakikati değiştirmediği gibi, bu işgalci varlığa meşruiyet de kazandırmaz. Bir yandan böyledir, diğer yandan Yahudi varlığının Filistin topraklarındaki sınır tanımaz zulümleri ve acımasız katliamları karşısında hâlâ 2 3 onunla ilişkileri sürdürmek hiçbir insani değerle de açıklanamaz. Müslüman olmayan ülkeler açısından insani, vicdani ve ahlaki yönden bile sakıncalı olan bu durum, Müslümanların başındaki yönetimler için ise seçenek değil, İslâmi bir sorumluluktur.
Fakat maalesef görüyoruz ki; gaddar ve hunhar Yahudi varlığının finansal ve askerî desteği başta
ABD olmak üzere Batılı kâfir devletler tarafından karşılanırken, neredeyse tüm lojistik, hammadde
ve nihai ürün tedariki halkı Müslüman ülkeler tarafından karşılanmaktadır. Örneğin; Hayfa limanına
giden gemilerin yarısından fazlası Mısır ve Türkiye’den yük taşıyan gemilerdir. Yine Yahudi varlığının
özellikle savunma sanayiinde kullanılan çeliğin önemli bir kısmını Türkiye’den ithal ettiği, petrolün
büyük kısmının Ceyhan limanından gönderilen Azerbaycan ve Kazakistan petrolü olduğu bilinmektedir.
Ayrıca barış, ateşkes ve arabuluculuk adı altında gizli ve açıktan yoğun bir diplomasi faaliyeti yürütülmektedir. Yahudi varlığına sunulan bu kesintisiz destek, şer’an haram, siyaseten tehlikeli ve vicdanen
gayri ahlakidir. Daha da ötesi Yahudi varlığının işlediği hunharca cürümlere suç ortaklığıdır. Bugün Gazze’de akan kan, sadece faili olan katil Siyonistlerin değil, onlarla ilişkilerini sürdüren tüm devletlerin ve
yöneticilerin ellerindedir. Bu durumda Yahudi varlığı ile tüm diplomatik ilişkiler kesilmeli, diplomatik
temsilcilikleri kapatılmalı, personeli sınır dışı edilmelidir. Türkiye’nin büyükelçisi de “istişare amaçlı” değil, kalıcı olarak çağrılmalı, ateşkes görüşmeleri, arabuluculuk gibi işgalci “İsrail”i meşrulaştıracak hiçbir
girişime başvurulmamalıdı.
4 | Normalleşme Projesi, Yahudi Varlığı İçin Meşruiyet,
Filistin İçin İhanettir
Türkiye’nin siyasi tarihinde iktidarlar değişse de “İsrail” ile olan ilişkiler hiç değişmemiştir. Kurulduğunda o gayrimeşru ülkeyi ilk tanıyan ülkelerden biri de Türkiye olmuştur. Hatta halkı Müslüman
olarak tanıyan ilk ülke Türkiye’dir. “One minute olayı” sonrasında ilişkiler gerginleşmiş ise de kopma noktasına hiçbir zaman gelmemiştir. Türkiye “İsrail”i “terör” ile suçlarken, Yahudi varlığı, Türkiye nefretini dışa vurmaktan çekinmemiş, Ağustos 2020’de MOSSAD’ın şefi Yossi Cohen, Suudi, Mısırlı ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki mevkidaşlarına yaptığı açıklamada, Türkiye’yi, açıkça “bölge barışı için yeni bir tehdit” olarak tanımlamıştır. Yine 2020 yılındaki Azeri-Ermeni çatışması sırasında Yahudi varlığının Savunma Bakanı Benny Gantz, Türkiye’yi “terörizm ve istikrarı bozmakla” suçlamıştır. Bu karşılıklı açıklamalar, iki ülke arasındaki bağları koparmamış, Temmuz 2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni seçilen “İsrail Cumhurbaşkanı” Herzog’a tebrik telefonu açmış, onun da 2022 yılı Mart ayında Türkiye ziyaretiyle ilişkiler tekrar normalleştirilerek karşılıklı büyükelçi atamaları yapılmıştır.
Hiçbir hakkı ve meşruiyeti olmadığı, yaklaşık bir asırdır Filistin halkına kan kusturduğu, Müslümanların
mukaddesatını ayaklar altına alarak işgalci ve yayılmacı politikasını sürdürdüğü halde, Yahudi varlığının
bu şekilde tanınması, meşruiyetinin kabul edilmesi ve ilişkilerin normalleştirilmesi Filistin davasına apaçık
ihanettir. Filistin halkının yüzüstü bırakılmasıdır. Yahudi varlığı ile normalleşen devletlerin imzaladığı barış
anlaşmalarının gerçekte Müslüman halklar nezdinde paçavradan farkı yoktur, hiçbir değeri haiz değildir.
5 | “İsrail”e Yönelik Tüm Saldırılar, Yurt Savunması, Meşru
Müdafaa ve Şer’an Cihattır
oprakları işgal edilen, evleri ellerinden alınan, yurtlarından kovulan ve evlatları acımasızca katledilen Filistin halkı devletsiz, ordusuz, silahsız ve savunmasız bir halktır. İntifada döneminin sembolü
haline gelen şeyi hepimiz biliyoruz, Filistin halkı silaha karşı sapan taşı ile savaş vermiştir. Çünkü başka
hiçbir gücü yoktur. Kudüs ve Batı Şeria halen bu durumdadır. Hukuken ve şer’an, düşmanın işgaline ve
saldırısına karşı direnmek ise meşrudur ve haktır. İslâm, yalnızca Müslümanların değil tüm insanların
can, mal, akıl, nesil, namus ve haysiyetini güvence altına almış, bunlara yönelik saldırılara karşı koymayı meşru saymıştır. Hukuken de meşru müdafaa kapsamındadır. Dolayısıyla Gazze’deki mücahitlerin
7 Ekim’de Yahudi varlığına karşı başlattıkları saldırı, terör eylemi değil, şer’an meşru bir cihattır.
“Terör” yaftasına gelince… Terör, Batılı devletlerin kendi maslahatlarına aykırı gördükleri her şiddet
eylemini tanımlamak için ortaya attıkları bir safsatadır. Batılı ülkelerde meydana gelen şiddet olayları,
katliamlar veya saldırılar, Müslüman olmayanlar tarafından yapıldığında “suç” ve “cinayet” olarak tanımlanırken Müslümanlar tarafından yapıldığında “terör” olarak tanımlanmaktadır. “Özgürlük savaşçıları” ile
“terör örgütü” arasındaki tek fark Batı’nın maslahatlarıdır. Maslahatlarıyla örtüşene “Özgürlük savaşçısı”
maslahatlarıyla çelişene “terör örgütü” yakıştırması yapılmaktadır.
Toprakları işgal edilmiş Filistin halkının işgale karşı direnmesi işgalciye taş atması, onu toprağından çıkarmak için savaşacak örgütler oluşturması, savaş için maddi hazırlıklar yapması ve saldırılar
gerçekleştirmesi hatta sokak gösterileri bile Yahudi varlığı ve Batı dünyası tarafından “terör” olarak
tanımlanmaktadır. Böylece Filistin halkı, katledilmeleri ve yok edilmeleri gereken meşru hedefler haline getirilmektedir. Son günlerde yayınlanan birçok videoda Yahudi politikacıların Gazze’nin tamamen
yok edilmesinden, Gazzelilerin hepsinin öldürülmesinden hatta nükleer bomba atılabileceğinden söz
ettikleri görülmektedir. Bu iğrenç yaklaşım ve nefretin ardında işte bu “terör” yaftası yatmaktadır.
Tekrar ediyoruz; Filistin İslâm toprağıdır ve Müslümanların ortak değeridir. Oradaki işgalci Yahudi
varlığına, ordusuna ve eli silahlı fanatik yerleşimcilerine yönelik her türlü saldırı, meşru müdafaadır, yurt
savunmasıdır, cihattır. Bunu “terör” olarak yaftalamak kimsenin haddine değildir. Bilakis asıl terörist, o topraklarda ilk kez terör örgütlerini kurarak Filistin köylerini boşaltıp kendilerine devlet kurmaya çalışan, kurduktan sonra da her türlü katliamı, cinayeti ve orantısız devlet terörünü on yıllarca işleyen Yahudi varlığıdı.
6 | Gazze veya Batı Şeria’yı Boşaltmaya Çalışmak, Yahudi
Varlığının İşgalci ve Yayılmacı Politikasına Hizmettir
Gasıp Yahudi varlığı “İsrail”, Gazze’de sivillere yönelik katliamlarını artırdıkça insani trajedi görüntüleri
artmaktadır. “İsrail”, Gazze halkını katletmekle kalmayıp elektrik, su, gıda ve ısınma gibi en temel haklardan
mahrum ederek insanlık suçu işlemeye devam etmektedir. Bu vahşet tablosunun, özellikle de kadın ve
çocukların ölüm haberlerinin dünya kamuoyunda infial oluşturması nedeniyle çözüm olarak Gazze’deki
sivil halkın tahliyesi gündeme getirilmektedir.
Yaralıların tedavisi, sivillerin korunması gibi -sözde- gerekçelerle öne sürülen bu yaklaşım, son günlerde Türkiye’de de konuşulmaya başladı. Her ne kadar şimdilik sadece medya kanallarında dillendirilmiş
olsa da ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın bölgedeki ziyaretlerinden sonra kapalı kapılar ardında Gazze’nin
tahliye planının konuşulduğu anlaşılmaktadır.
Gerçek şu ki; hangi gerekçeyle olursa olsun, Gazze’yi ve Batı Şeria’yı boşaltmaya çalışmak, Yahudi
varlığının işgalci ve yayılmacı politikasına hizmet etmektir. Zira gaspçı varlık, 1948’den beri yaşanan
her savaş sonrasında ABD, Batılı ülkeler ve İslâm beldelerindeki yönetimlerin desteği ile zorunlu göç
politikalarını dayatarak Filistin topraklarındaki işgalini genişletmiştir.
Aksa Tufanı Harekâtı’nın hemen sonrasında katil Netanyahu, Ortadoğu haritasını değiştireceklerini
söylemiş ve Gazze halkının katliamdan kurtulmaları için kuzeyden güneye gitmelerini istemiştir. Birçok
Yahudi yetkili de “İsrail”in güvenliği için Gazze halkının Mısır’ın Sina çöllerine, Batı Şeria ve Kudüs’teki
Filistinlilerin ise Ürdün’e sürülmeleri gerektiğini açıkça ifade etmişlerdir. “İsrail” hâlihazırda Gazze’ye
yönelik sürdürdüğü katliamlarında bu politikasını sürdürmektedir.
Dolayısıyla Gazze’nin ve beraberinde Batı Şeria’nın boşaltılması planı, Müslümanlar açısından Filistin
davasına ihanettir ve asla kabul edilemez. Zira hiç kimse o toprakların asıl sahibi olan Müslümanlar adına
“İsrail” ve ABD ile pazarlık masasına oturma hakkına sahip değildir. Filistin’in her karışı İslâm toprağıdır
ve kıyamete kadar öyle kalacaktır.
7 |İki Devletli Çözüm, Garantörlük ve Diğer “Barış”
Girişimleri Amerikan Planlarıdır
İki devletli çözüm, esasen uluslararası örfe göre kabul edilemez bir durumdur. Zira İngiliz işgalinden
önce bugünkü Filistin toprakları Osmanlı Hilâfeti’ne aitti. Aşiret liderlerine devlet bahşeden İngiltere, Filistin topraklarında henüz bağımsız bir devlet kurulacak şartlar oluşmadığı gerekçesiyle manda yönetimini
devam ettirmiştir. Vesayet yönetiminin başladığı tarihte 56 bin olan Yahudi nüfusu 1946 yılında 604 bine
ulaşmıştır. İngiltere için şartlar oluştuğunda konuyu Birleşmiş Milletler’e havale etmiş, BM Genel Kurulu’nun 181 Sayılı Kararı Filistin bölgesinde bir “Arap devleti” ve bir “Yahudi devleti” kurulmasını öngörmüştür.
Görüldüğü üzere; “iki devletli çözüm” aslında yaşanan çatışmaları ve kargaşayı “İsrail”in kurulmasıyla
çözüme kavuşturmayı planlamıştır. BM 181 Sayılı Kararıyla “İsrail” kurulurken öngörülen Arap devleti
hiçbir zaman kurulmamış, “İsrail”, Filistinlilerin topraklarını gasp ederek genişlemeye devam etmiştir
Amerika’nın ve Amerikan uşaklarının savunuculuğunu yaptığı “iki devletli çözüm” ise tam bir garabettir. Filistin toprakları; Batı Şeria, Kudüs ve Gazze şeklinde parçalanmışken, Gazze adeta bir açık hava
hapishanesine çevrilmişken, Kudüs, “Doğu” ve “Batı” diye ikiye bölünmüşken, Batı Şeria işgal altındayken,
üstelik bu bölgeler coğrafi olarak birbirleriyle bağlantısızken hangi Filistin devletinden söz edilebilir?
“Filistin Yönetimi” adı verilen ucube iktidarın, Filistin halkını temsil etmediği 7 Ekim’de başlayan olaylarla bir kez daha ortaya çıkmıştır. Temsiliyeti belirsiz, sınırları belirsiz, şehirleri belirsiz, güvenliği belirsiz, ekonomisi belirsiz bir devlet nasıl mümkün olabilir? Üstelik Siyonist Yahudi varlığının “arz-ı mevud” ve 7 8 “büyük İsrail” gibi emelleri, bugünkü sınırlara bile rıza göstermeyeceğini, Mısır’dan Türkiye’ye uzanan geniş bir coğrafyayı ele geçirmeyi amaçladığını açıkça göstermektedir. Dolayısıyla “iki devletli çözüm” söylemi, dünden bugüne koca bir yalandan ve aldatmacadan başka bir şey değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ileri sürdüğü “garantörlük” kavramı da kelimenin tam anlamıyla “boş laf”tır.
Ne Yahudi varlığı ne de hamileri olan Batılı kâfirler, böyle bir şeyi kabul etmiştir. Üstelik Türkiye’nin Yahudi varlığı ile ilişkilerini tüm hızıyla sürdürürken, Yahudi varlığını ticari, ekonomik, hatta askerî manada
beslemeye devam ederken, Filistin davasına sahip çıkıyormuş gibi görünmek için öne sürdüğü bu söylem,
gerçeklikten uzak, içi boş, hayali bir söylemdir.
8 | ‘İsrail’ Sorunu, Kurulmasını Sağlayan Birleşmiş
Milletlere Başvurarak Asla Çözülemez
“İsrail” sorununu icat eden ve kökleştiren, Birleşmiş Milletlerin ta kendisidir. 1947 yılında İngilizlerin
talebi üzerine BM Genel Kurulu, Filistin Özel Komitesi’ni kurmuş, ardından Filistin Paylaşım Planı’nı ileri
sürmüştür. Yahudi varlığı 1948 yılında bu plan temelinde kurulmuştur. Birleşmiş Milletler, gayrimeşru
Yahudi varlığının kuruluşunu anında tanıyarak ona meşruiyet vermeye çalışmıştır. Ajan Arap rejimlerin
Yahudi varlığına göstermelik bir savaş başlatmasının ardından bu defa güya arabuluculuk girişimine soyunmuş, bu sözde arabuluculuk girişimleri, on yıllar boyunca hiçbir netice yahut fayda ortaya koymaksızın gündeme getirilmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bugüne kadar Yahudi varlığı hakkında 100’e yakın karar aldığı halde Yahudi varlığı bunların hiçbirini umursamamış ve uygulamamıştır. Nitekim BM,
1967 Savaşı’ndan hemen sonra 22 Kasım 1967’de oy birliğiyle aldığı 237 Sayılı Kararda; “savaş yolu ile
ülke kazanımı”nın kabul edilemez olduğu ve “en son çatışmalarda İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri
çekilmesi” gerektiği ifade edilmiş ama hiçbir zaman uygulanmamıştır. BM’nin “İsrail” ile alakalı aldığı ve
uygulanan tek kararı, “İsrail Devleti”nin kuruluş kararıdır.
Birleşmiş Milletler, sömürgeci devletlerin sömürü araçlarından biridir. Sadece beş devletin veto hakkı
olduğu bir oluşumda diğer devletlerin varlığı anlamını yitirmektedir. Halkı Müslüman ülkelerin bu teşkilatta hiçbir etkisi ve ağırlığı yoktur. BM, bugüne kadar Müslümanların lehine hiçbir karar almamış ve uygulamamıştır. Bosna’da yaşanan soykırıma BM’nin desteği, göz yumuşu hafızalardan silinmemiştir. Hakeza Afganistan ve Irak’ın işgalinde 1 milyon Müslümanın katledilmesinde BM kararları önemli rol oynamıştır.
Birleşmiş Milletler neyse Arap Birliği, İslâm İşbirliği Teşkilatı gibi bölgesel örgütlenmeler, devletlerarasında düzenlenen zirveler, toplantılar, mekik diplomasileri ve telefon trafikleri de aynı sömürgecilik
çarkının parçaları, aynı oyalama taktiklerinin devamıdır. Bunlara üye devletler Batı’nın iş birlikçileri ve
Yahudi varlığının gizliden ya da açıktan destekçileridir. Dolayısıyla “İsrail” sorunu ve işlediği insanlık suçları
karşısında Birleşmiş Milletlere başvurmak, Genel Kurul’dan veya Güvenlik Konseyinden karar çıkarmaya
çalışmak beyhude olmanın ötesinde, halkların öfkesini yatıştırmak ve iktidarları yardımsever göstermek
için kullanılan timsah gözyaşlarıdır. Askerî, siyasi, ekonomik ve diplomatik güç ve imkânlarıyla harekete
geçmek yerine Birleşmiş Milletlere başvurmak, uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırmak ve kınama açıklamaları yapmak, bilhassa halkı Müslüman olan ülkelerin başına musallat olmuş iktidarların
istismar edebilecekleri argümanlardan ibarettir. Siyaseten işlevsiz, şer’an haramdır!