Uluslararası kamuoyunda gündeme getirilen bazı saptırıcı yaklaşımlara değinelim, ardından Türkiye’deki versiyonlarını inceleyelim.
Meşru müdafaa söylemi: Batı çevrelerinde sıklıkla kullanılan bu manipülatif söylem, öncelikle Siyonist rejimi masum göstermeye ve katliamlarını meşrulaştırmaya matuftur. Aksi takdirde Batılı devletlerin ve Ortadoğu’daki bekçilerinin Siyonist rejimi desteklemeleri, en azından kendi halkları nazarında zorlaşır. Nitekim öyle de olmuş, yapılan kamuoyu araştırmaları ve pek çok ülkede düzenlenen protesto gösterileri dünya halklarının Filistin’in yanında olduklarını göstermiştir. Öte yandan gaspçı Siyonist rejimin bu coğrafyadaki işgalci varlığı meşru değildir ki meşru bir müdafaası söz konusu olsun. Üstelik 7 Ekim saldırısı, 75 yıldır süregelen Yahudi zulmüne yönelik doğal bir tepki ve kendi topraklarını savunan Müslümanların haklı mücadelesinin bir sonucu olmuştur, yoksa öyle aniden gelişen bir durum değildir. Siyonist rejimin özellikle Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya yönelik şerli planları ciddi boyutlara varmak üzereydi. Sözde Süleyman mabedini aramak bahanesiyle Mescid-i Aksa’nın altını oymaya devam ediyordu. Geçen yıl gergin olaylara sahne olan Şeyh Cerrah mahallesi gibi bölgelere yerleşimcileri iskân etme planları devam ediyordu. Aslında bunlar nedeniyle Gazze’deki Müslümanlara 7 Ekim saldırısını “Gazze Tufanı” değil, “Aksa Tufanı” olarak adlandırmışlardı.
Rehineleri serbest bırakın söylemi: Bu da Siyonist rejimi mağdur ve haklı göstermeye yönelik manipülatif bir söylemdir. Güya sivil rehinelerin alınması savaş suçu olduğundan Siyonist rejimin onları kurtarmak için ne gerekiyorsa yapmaya hakkı olduğu iddia edilmektedir. Yani Filistinliler sivillere zarar veren saldırganlar olarak gösterilmektedir. Evvela yıllardır Siyonist rejimin zindanlarında binlerce masum sivil uydurma gerekçelerle hapsedilmektedir. Esir takası sırasında salıverilen 300 kişinin ardından düzenlenen operasyonlarda, özellikle Batı Şeria şehirleri ve Kudüs’te çoğu gençlerden oluşan binlerce kişi tutuklanmıştır. Diğer yandan Müslümanlar tarafından esir alınanların sivil olduğu iddiası da saptırmacadır. Zira Gazze izole edilmiş bir açık hava hapishanesi olduğundan çevresinde sivil yerleşim yeri yoktur. Aksine sınır güvenliğini korumakla görevlendirilmiş güvenlik kuvvetleri ve muhtelif silahlarla donatılmış fanatik Yahudi yerleşimciler vardır. Ayrıca Siyonist rejim birçok kez esir takasını reddedip vahşi bombardımanlarına devam ederken amacının rehineleri kurtarmak olduğu iddiasını bizatihi çürütmüştür.
Holokost ve anti-semitizm söylemi: Siyonist rejim bu iki kavram üzerinden Batı dünyasında adeta kutsanmakta, bir tür dokunulmazlık zırhına büründürülmektedir. Siyonist rejim aleyhinde konuşanlar, anti-semitizm ile suçlanmakta, görevlerinden alınmakta veya işlerinden kovulmaktadır. Hatta bazı Avrupa ülkelerinde anti-semitizm söylemi ve yahudi aleyhtarlığı yasal olarak suç kabul edilmektedir. Bu da halkların Siyonist rejim aleyhinde protestolar yapmalarını önlemeyi, her ne yaparsa yapsın bu terörü desteklemeyi amaçlamaktadır. ABD’li yetkililerin sıklıkla ifade ettikleri gibi, Siyonist rejime ve savunmasına verdikleri destek sarsılmaz ve sınırsızdır. Sözde demokrasi, insan hakları ve özgürlük naraları atan bu devletlerin gerçek yüzü kendi halkları tarafından da görülmüş, devasa kalabalıklarla protesto gösterileri düzenlenmiş, hatta birçok insan bu sayede Müslüman olmuştur.
Bu savaş Gazze halkına değil terörizme karşı bir savaştır söylemi: Siyonist rejimin on yıllardır süregelen işgalini, zulümlerini, yayılmacılığını göz ardı ederek Gazze halkının bir bütün olarak sergilediği mücadeleyi ve direnişi belirli gruplar ve isimler altında hedef haline getirmeye yönelik bir söylemdir. Mesele ne Gazze meselesidir ne Filistin meselesidir ne de Arapların meselesidir. Mesele, Filistin topraklarını gayri meşru bir şekilde işgal ve gasp etmiş bir varlığın Müslümanların topraklarını ele geçirmesi ve mukaddesatını çiğnemesiyle ortaya çıkmış İsrail meselesidir.
Mesele, İslami ve imani bir nitelik kazanmayıp ulusal, bölgesel, hatta örgütsel boyuta indirgendiğinde, dünyadaki benzeri çatışma alanlarından bir farkı kalmayacak, tüm İslam ümmetinin etrafında kenetlendiği bir mesele olmaktan çıkacaktır. Ama Elhamdulillah, bunun böyle olmadığı ve olmayacağı 7 Ekim sonrasında tüm dünyaya İslam ümmeti tarafından gösterilmiştir.
Buraya kadar anlattıklarımız genel olarak dünya kamuoyunda gündeme gelen, dünya halklarına benimsetilmeye çalışılan saptırıcı söylemlerin genel bir özetiydi. İslam coğrafyasında ise İslam ümmetinin acılarını ve tepkilerini dindirmeye yönelik bambaşka saptırıcı söylemler gündeme getirilmekte, İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği gibi Batılı sömürgecilik sisteminin dişlilerinden olan yapılar üzerinden tartışılmakta ve Türkiye gibi halkı Müslüman ülkelerde kamuoyuna dönüştürmek için çaba harcanmaktadır.
Filistin ile israil arasında barış söylemi: Devletler arası ilişkiler anlamında barış iki devlet arasında olur. Oysa Siyonist rejim meşru bir devlet olmadığı gibi Filistin Otoritesi denilen yapı da meşru bir devlet değildir. Bir tarafta gaspçı ve işgalci bir varlık bulunuyorken, diğer tarafta yaklaşık 20 yıldır Filistin halkı tarafından seçilmemiş ve temsilcisi olmayan, tam aksine Siyonist rejime bağlı bir teşkilat olduğu bilinen sözde Filistin Otoritesi bulunmaktadır. Bu iki ucube varlık arasında hangi temelde, hangi zeminde, hangi şartlar altında bir barıştan söz edilebilir? 75 yıldır pek çok kez gündeme gelen sözde barış girişimlerine rağmen, ne böyle bir şey vukuu bulmuş, ne de Siyonist rejim herhangi bir söze, anlaşmaya veya uluslararası karara bağlı kalmıştır. Siyonist rejim kurulduğu günden bu yana, İslam ümmeti ve Filistin halkı tarafından yabancı bir cisim, kanserli bir ur olarak görülmüştür ve öyle kalacaktır. Hain rejimlerin ilişkileri normalleştirme ve geliştirme çabalarına rağmen Yahudi varlığı ile hiçbir zaman barış olmayacak, bu coğrafyada hiçbir zaman kabul görmeyecek ve asla meşruiyet kazanamayacaktır.
İki devletli çözüm söylemi: Bu meseledeki en büyük manipülasyon bu söylem olsa gerek. Siyonist rejim ile barış söz konusu olmadığına göre gaspçı Siyonist rejimi meşru bir devlet olarak kabul etmeye dayalı iki devletli çözüm de aklen imkansız, siyaseten aldatmacadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin ısrarla reklamını yaptığı, ajanlarını pazarlamasıyla görevlendirdiği bu sözde çözüm, Siyonist rejim ile Filistin Otoritesi arasında 1967 sınırları temelinde iki devletin bulunmasını öngörmekte, güya Batı Şeria ve Gazze’deki işgal edilmiş bölgelerin boşaltılmasını sağlamakta, Kudüs’ü ikiye bölerek doğusunu Filistin Otoritesi’ne vermektedir. Gerçekte bütün Filistin topraklarında, bütün sınırlarda, karada, denizde ve havada tüm kontrol Siyonist rejimin elindedir. Batı Şeria’nın Ürdün sınırı ve Gazze’nin Mısır sınırı Yahudi varlığının kontrolündedir. Kudüs tecrit duvarı ile doğu ve batı olarak ikiye bölünmüş, Filistinlilerin bulunduğu taraf da Siyonist rejimin işgali altındadır. Mescid-i Aksa’ya giriş-çıkışlar bile onların kontrolündedir. Gazze tüm dünyanın şahit olduğu gibi, iletişim ve ulaşım imkanlarından tamamen mahrum iken Batı Şeria’nın tüm şehirleri de ya doğrudan Yahudi ordusunun ya da İsrail İçişleri Bakanlığı’nın örtülü bir teşkilatı olan Filistin Otoritesi güvenlik güçlerinin dolaylı kontrolü altındadır. Sözde iki devletli çözüm planında bile, Filistin devleti denilen ucubenin hiçbir devlet dinamiklerine sahip olmadığı açıktır. Üstelik ABD ve uşaklarının elinde bundan başka hiçbir çözüm önerisi de olmadığından, mantıklı veya uygulanabilir olup olmadığına bakılmaksızın körü körüne savunulmaktadır.
İşgalci İsrail söylemi: Bilhassa İslam Alemi’nin yöneticilerinin sıklıkla kullandığı “işgalci İsrail” söylemi de saptırıcıdır. Ayrıca CB Erdoğan bu ifadeyi kullandığı konuşmalarında aynı zamanda “1967 sınırları temelinde iki devletli çözüm” söylemini de kullanmaktadır. Buna göre Erdoğan’ın anladığı “işgal” aslında Siyonist rejimin 1967 yılındaki 6 Gün Savaşları sonrasında Filistinlilere bırakılan Batı Şeria ve Gazze’deki işgalleridir.
Yani Siyonist rejim, bu bölgelerden çekilmeye karar verirse Erdoğan ve benzerleri nazarında artık “işgalci” olmayacaktır. Oysa işgal, tüm Filistin toprakları için geçerlidir ve Sultan Abdulhamid Han’ın dediği gibi Yahudilerin o toprakların tek karışı üzerinde dahi hakkı yoktur.
Netanyahu söylemi: Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarında sıklıkla Siyonist rejim Başbakanı Netanyahu’yu hedef aldığı görülmektedir. Netanyahu Yahudi partilerinden birinin başkanı ve bir politikacıdır. Bugün iktidardaysa yarın muhalefette olabilir, siyasetten çekilebilir veya ölebilir. Halbuki genel olarak Filistin’deki işgalin, özel olarak Gazze’deki katliamın sorumlusu bir kişi değildir. Meseleyi kişiselleştirmek, bir kişiye bağlamak, bir kişiyi savaş suçlusu olarak göstermek vakıasına terstir. Vakıası Yahudi varlığı problemidir ve bu problemin kökünden çözülmesi meselesidir. Meselenin esasından uzaklaşmak hakikatini saptırmaktan başka bir şey değildir.
Boykot söylemi: Boykot hassas bir konudur ve dikkatlice değerlendirilmelidir. Zira bir yandan orduları harekete geçmeyen, hükümetleri Yahudi varlığı ile ilişkileri kesmeyen, Gazze’deki katliamı gözyaşları içinde çaresizce izlemek zorunda kalan Müslüman halkların tepkilerini göstermelerinin bir yoludur, diğer yandan Müslümanların başındaki yöneticilerin sömürgeci Batının talimatlarından dışarı çıkamamaları, Siyonist rejim ile ilişkileri koparamamaları, askerî yardımda bulunmamaları nedeniyle ortaya çıkan ezik, mahçup ve korkak görüntülerini gizlemek için güdümlerinde tuttukları kesimleri yönelttikleri manipülasyonlardan biridir. Dolayısıyla bu iki husus arasında dakik bir ayrım yapılması kaçınılmazdır.
İnsani yardım söylemi: Yöneticilerin bir başka manipülasyonları da insani yardım meselesidir. Hiçbir şey yapmadıkları halde bir şeyler yapıyormuş gibi görünmek için Mısır’ın Ariş Limanı’na veya Refah kapısına gönderdikleri insani yardımlar, tıbbi malzemeler ve diğer tedarikler aslında Siyonist rejimin izni olmaksızın Gazze’ye girememektedir. Gazze karadan Siyonist rejim ve Mısır ile çevrilidir, denizden de Siyonist rejimin ablukası altındadır. Böyle bir pozisyonda Gazze’ye yardım ulaştırılabilmesinin tek yolu Mısır’ın Refah kapısıdır. Fakat bu kapı da aslında Siyonist rejimin kontrolündedir. Çünkü Yahudi varlığı Siyonist rejimin yılmaz bir bekçisi olan Mısır, esir takası sırasında kapının geçici olarak açılmasında olduğu gibi Siyonist rejimin onayı olmadan hiçbir zaman kapıyı açmamıştır. Şu anda ulaştırılan yardımlar maalesef Mısır’da bekletilmektedir, belki de çürümeye terk edilmiştir.
Askeri müdahale yapılamaz söylemi: Filistin’de on yıllardır süren işgal, katliam ve zulümler karşısında tarih boyunca pek çok girişim gündeme gelmiş, çözüm önerileri sunulmuş, barıştan ve iki devletli çözümden bahsedilmiş, güya demokratik seçimler düzenlenmiş, Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği gibi uluslararası ve bölgesel örgütler devreye girmiş, fakat Siyonist rejimin vahşi saldırıları, dizginlenemez yayılmacılığı ve pervasız uygulamaları hiçbir şekilde son bulmamıştır. Güya uluslararası normları, insan hakları ilkelerini ve savaş suçlarını hiçe sayan politikaları karşısında, ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, dünya devletleri ve Müslümanların başındaki rejimlerin Siyonist rejime desteği hiç durdurulmamış, Filistin halkı Yahudi savaş makinesiyle baş başa bırakılmıştır. 7 Ekim operasyonunun belki de en önemli kazanımı, sadece Müslüman halklara değil, tüm dünya insanlarına bu ikiyüzlülüğü, bu pişkinliği ve bu pervasızlığı göstermiş olmasıdır. Yahudi vahşetini askerî yardımdan başka hiçbir gücün durdurmayacağı gerçeğini gün yüzüne çıkmıştır. Siyonist rejim ile barış olmayacağı, varlığının meşru kabul edilemeyeceği ve dolayısıyla tek çözümün bu kanserli varlığın kökünden sökülüp atılması olacağı Ümmet nezdinde kamuoyu haline gelmiş olması lazımdır.
Buna rağmen aciz veya korkak iktidarlar, manipülasyon ve propaganda araçları, hep bir ağızdan diplomasi, dış politika, uluslararası dengeler, ekonomik kriz ve güvenlik endişelerini öne çıkararak Siyonist rejime karşı tek kurşun atmak bir yana Siyonist rejime sunulan sınırsız desteğin, ticari ve diplomatik ilişkilerin dahi kesilemeyeceğini savunmuşlardır.
İktidar koltuklarını Batılı efendileri borçlu, devletlerarası sömürgecilik sistemine mahkum, uluslararası anlaşmalara ve ittifaklara esir, İslami ve insani değerlerini yitirmiş, çıkar temelli dış politika temelinde siyaseti omurgasız olan yöneticilerin, ne ülkelerinin, ne İslam ümmetinin, ne de dünya düzeninin vakıasını idrak etmeleri mümkün olabilir. Türkiye, Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi halkı Müslüman devletler sahip oldukları imkanların ve stratejik gücün farkında değildirler. Mescid-i Aksa’yı Yahudi pisliğinden kurtarmak için harekete geçmeleri halinde yalnızca İslam ümmetinden değil tüm dünya halklarından alacakları desteğin farkında değildirler. ABD başta olmak üzere dünyanın büyük devletlerinin hiçbir savaşa giremeyecek kadar aciz bir durumda olduklarının farkında değildirler. Bütün bunların farkında olsalar, İslam topraklarını, ordularını, kaynaklarını ve insan gücünü bütünleştirecek muazzam bir devletin dünya sahnesine çıkmasına vesile olacaklarını, başkalarının uşağı veya ajanı değil, dünyanın efendisi olacaklarını, mazlum dünya insanlarını Kapitalist sisteminin karanlıklarından İslam’ın aydınlığına çıkarma fırsatına nail olacaklarını idrak ederlerdi.
وَلَا تَحْسَبَنَّ اللّٰهَ غَافِلًا عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَۜ اِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ ف۪يهِ الْاَبْصَارُۙ “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” [İbrahim 42]
Dualarımızın sonu Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.